İKTİSAT ÖĞRETİSİNİN KURUCUSU OLAN ADAM SMITH’İN YAŞADIĞI DÖNEMDE, DÜNYANIN EN ZENGİN ÜLKESİ EN FAKİR OLANA GÖRE DÖRT KAT DAHA REFAH İÇİNDEYDİ. 2010’DA İSE DÜNYANIN EN ZENGİN ÜLKESİ İLE EN FAKİR ÜLKESİNİN KİŞİ BAŞINA DÜŞEN MİLLİ GELİRİ ARASINDAKİ FARK, SATIN ALMA GÜCÜNE GÖRE 145 KATA ÇIKMIŞTI. YANİ BUGÜNE KADAR ZENGİN ÜLKELERİN BÜYÜME TRENDLERİ HEP YOKSUL OLANLARA GÖRE DAHA FAZLA ARTTI. DİĞER BİR DEYİŞLE, DÜNYADA ZENGİN İLE FAKİR ARASINDAKİ FARK AÇILMAYA DEVAM ETTİ VE ARTIK TÜM BAKIŞ AÇISI DA DÜNYADAKİ “KAZANANLAR KULÜBÜNDE” YER ALMAK ÜZERİNE ŞEKİLLENİYOR.

Basit bir hesap ile bunun ortaya konulması mümkün. Türkiye ortalama yüzde 4 büyürse 17,3 yıl sonra gelirini iki katına çıkarabiliyor; yüzde 5’lik büyümede13,8 yıl sonra iki kat gelire ulaşabiliyoruz. Yani büyüme hızını yüzde 4’ten yüzde 5’e çıkarmak demek, Türkiye’ye 3,5 yıl kazandırıyor. Başka bir örnek ise şu olabilir: Her bir neslin 25 yıl aralıklarla yinelendiğini varsayarsak ve bu süre zarfında Türkiye yüzde 4 büyürse, babadan çocuğa geçerken yani bir nesil sonrasında Türkiye için gelir ortalaması yüzde 167 artış gösteriyor. Aynı dönemdeTürkiye yüzde 5 büyürse, bir nesilden diğerine geçerken gelir artışı yüzde 240’a ulaşıyor. Bu yüzden Türkiye açısından, ülkeler açısından 1 puanlık büyüme bile büyük fark yaratabiliyor.1986 yılında Paul Romer’in “Artan Getiriler ve Uzun Vadeli Büyüme” adlı makalesi, ekonomik büyümeye yönelik çalışmaların yeniden canlanmasına yol açmıştı. O zamandan bugüne, büyüme literatürü önemli ölçüde genişledi ve makro iktisadın araştırma odağını değiştirdi. Yeni çalışma alanlarında; insan sermayesi, sosyal ve politik değişkenlerin rolünün yanı sıra uzun vadeli ekonomik büyümenin itici güçleri olarak “kurumların” önemini vurguladı.Columbia Üniversitesinden Xavier Sala-i-Martin ise“15 Yıllık Yeni Büyüme Ekonomisi: Ne Öğrendik?” isimli çalışmasında büyüme ekonomisiyle disiplinler arası etkileşimi inceliyor. 1990’lı yıllardan itibaren yapılan iktisadi analizlerde, tarihte çok gerilere uzanan kapsamlı veri setlerinin kullanılmaya başlanmış olması, çok farklı tespitleri de beraberinde getiriyor. Martin, bu dönemdeki yeni ekonomik büyüme literatüründen öğrendiğimiz bir diğer önemli dersin “kurumların” ampirik olarak oldukça önemli olduğu ve modellenebileceğini söylerken, “Kurumlar” tanımını da geniş kapsamlı ele alıyor: Kanunların uygulanmasının çeşitli yönleri (mülkiyet hakları, hukukun üstünlüğü, hukuk sistemleri), piyasaların işleyişi (piyasa yapıları, rekabet politikası, dış pazarlara açıklık, sermaye ve teknoloji), eşitsizlik ve sosyal çatışmalar, siyasi kurumlar (demokrasi, siyasi özgürlük, siyasi bozulma, siyasi istikrar), sağlık sistemi, finansal kurumlar ve devlet kurumları gibi (kamunun büyüklüğü, kamusal yozlaşma).Gerçekten de “Kurumlar” bir ekonominin “verimliliğini” teknolojiyle aynı şekilde etkiler. Kötü kurumların olduğu bir ekonomi, aynı miktarda çıktıyı üretmek için daha fazla girdi gerektiği anlamında daha verimsizdir. Ayrıca, kötü kurumlar yatırım yapma (teknolojinin yanı sıra fiziksel ve beşerî sermayeye), çalışma ve üretme isteğini de azaltır.Kurumlar kapsamında ekonomik büyümeye etkileri incelenen ilk ve en genel kavram ise “demokrasi” olarak karşımıza çıkıyor. Uzun dönemde ekonomik büyüme ile demokrasi arasındaki ilişkiyi inceleyen çalışmaların sonuçları oldukça değişkenlik gösterirken, demokrasi olmaksızın büyümenin gerçekleştiği dünya örnekleri de bulunuyor. Örneğin New York Times yazarı Thomas Friedman, Çin’in “makul derecede aydınlanmış bir grup insan tarafından yönetildiğini” söylediği “tek parti otokrasisini” öven bir köşe yazısı yazdığında takvimler 2009’u gösteriyordu. Üç Pulitzer ödüllü yazar bu yaklaşımını, Çin’in “elektrikli otomobiller, güneş enerjisi, enerji verimliliği, piller, nükleer enerji ve rüzgar enerjisi” gibi pek çok alandaki atılımlarıyla açıklıyordu.Yalnızca köşe yazarlarının sözel olarak tartıştığı bir konu olmanın ötesinde, demokrasi ve ekonomik büyüme akademinin de 1990 sonrası dönemde bilimsel anlamda ele aldığı başlıklardan biridir. Ülkeler arası analizlere dayanan ilk ampirik çalışmalar -ki bunların çoğunluğu 1990’lı yıllarda gerçekleştirilmiştir demokrasinin ekonomik büyüme üzerindeki ihmal edilebilir etkilerine işaret ediyordu. Ancak yakın dönemli, panel veriye dayalı araştırmalar daha büyük etkilere dair kanıtlar sunuyorlar. 2016 yılındaki “Demokrasi Büyüme Getirmez” isimli çalışmada Julia Ruiz Pozuelo, Amy Slipowitz ve Guillermo Vuletin, demokratik geçişin ardından kişi başına yıllık ortalama büyüme oranının yaklaşık yarım puan arttığını göstermişlerdi.Yine, Rivera-Batiz, “Demokrasi, Yönetişim ve Ekonomik Büyüme: Teori ve Delil” isimli çalışmasında, demokrasinin 1960 ile 1990 yılları arasında ülkelerin toplam faktör verimliliği (TFV) büyümesinin önemli bir belirleyicisi olduğunu gösteren ampirik sonuçlara ulaşmıştı. Ancak bu katkı, demokratik kurumların daha yüksek kalitede yönetişimle ilişkilendirilmesi halinde ortaya çıkıyordu. Hem “yönetişimin kalitesi” hem de “demokrasi endekslerinin” dâhil edildiği çok değişkenli büyüme regresyon analizinde ise demokrasi değişkeni istatistiksel önemini yitiriyor; yönetişim değişkeninin kalitesi ise istatistiksel olarak anlamlı hale geliyor. Dolayısıyla sonuçlar, demokrasinin büyümenin temel belirleyicilerinden biri olduğunu, ancak yalnızca kaliteli yönetişimle ilişkilendirilebildiği sürece bunun gerçekleştiğini bize söylüyor. Demokrasinin gelişmiş yönetişimle ilişkilendirilmediği durumlarda ise büyüme üzerinde çok az etkisi olabiliyor.Brookings’de “Siyasi Kurumlar, Ekonomik Büyüme ve Demokrasi: İkame Etkisi” isimli yazıda “yönetişimin kalitesi” yaklaşımı daha geniş kapsamda ele alınıyor. Farklı rejim türlerini tek bir “paket” (demokrasiye karşı otoriterlik) olarak ele almak yerine, hangi tür demokrasi ve/veya otokrasinin dikkate alındığını belirlemenin zorunlu olduğu söyleyen çalışmada, Daron Acemoğlu’nun (2009) önerdiği gibi, farklı siyasi kurumların ekonomik kararları ve ekonomik büyümeyi nasıl etkilediğini anlamak için demokrasi ile demokratik olmayan yapılar arasındaki ayrımın ötesine geçmemizin gerektiği ifade ediliyor. Çalışmada, her ne kadar demokratik bir rejimin benimsenmesi daha fazla ekonomik büyüme elde etmek için yeterli olmasa da iyi kurumlara sahip bir demokrasinin yeterli olabileceği söyleniyor.Kurumlar, demokrasi ve ekonomik büyüme konusunda en kritik isimlerden biri olan Daron Acemoğlu’nun bu alana katkısını da yadsıyamayız. En son 2019 tarihli “Demokrasi Büyümeye Neden Olur” isimli çalışmasında, demokratikleşmenin uzun dönemde kişi başına düşen milli geliri yüzde20 artırdığını hesaplayan Acemoğlu, bu etkinin farklı kalkınma düzeylerindeki ülkelerde benzer olduğunu ve etkinin “sermaye, eğitim ve sağlık alanlarındaki” daha büyük yatırımlardan kaynaklandığı da belirtmişti. Dikkat edilirse bu üç unsurdan ikisi(eğitim ve sağlık), doğrudan sosyal sermaye olan insanın kalitesini etkilemektedir. Hatta kimi çalışmalarda, demokrasinin yanına değişken olarak insan sermayesi eklendiğinde, demokrasinin ekonomik büyüme üzerindeki etkisinin zayıfladığıda görülmektedir. Lina Valeria Garcia, 2019 tarihli “Demokrasi ve Ekonomik Büyüme: Büyümenin Sosyal Düzeyde Ölçümü” adlı çalışmasında; okullaşmadaki bir yıllık artışın, kişi başına düşen GSYİH’de 3.914 dolarlık bir artışa yol açtığını, bu nedenle de okullaşmanın ekonomik büyümenin en önemli göstergesi olduğunu tespit etmişti.

Colagrossi, Rossignoli ve Maggioni ise 2020 yılında, insan sermayenin ekonomik büyüme üzerinde oldukça büyük ve istatistiksel olarak anlamlı bir etkiye sahip olduğunu belirterek, bu etkinin anlaşılması açısından şu hesaplamayı yapmışlardı:nsan sermayesinin büyüme üzerindeki etkisi, demokrasinin büyüme üzerindeki etkisinden iki ila üç kat daha büyüktür. Yazarlar aynı çalışmada, demokrasi-ekonomik büyüme arasındaki ilişkiyi analiz eden 188 makaleyi de incelemiş ve demokrasinin ekonomik büyüme üzerinde pozitif ve doğrudan bir etkiye sahip olduğunu bulmuşlardı. 188 çalışmanın yalnızca yüzde 10’unda ekonomik büyüme ile demokrasi arasında doğrusal olmayan bir ilişkinin araştırıldığı belirtilirken, bu çalışmaların çok küçük bir kısmında doğrusal olmayan ilişki istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştu. Peki, demokrasi ile ekonomik büyüme arasındaki doğrusal olmayan ilişki neden önemli? Campos, Coricelli ve Frigerio oldukça yakın tarihli bir (2022) çalışmalarında, “Politik U” olarak tanımladıkları gelir ve demokrasi arasındaki lineer olmayan ilişkiyi ortaya koyarken, “Politik U: Gelir ve Demokrasi Arasındaki İlişkiye İlişkin Yeni Kanıtlar” isimli tartışma metnin-de, tam demokrasi ya da mutlak otokrasi arasında yer alan hibrit rejimleri “kıs-mi demokrasi” olarak ele alıyorlardı ve söz konusu ara rejimlerin ekonomik performansı hem “demokrasilere” hem de “otokrasilere” göre önemli ölçüde daha düşüktü. Tüm bu açıklamaların ortak noktası, demokrasi olgusunun gelişmesiyle uzun dönemde ekonomik büyümeye pozitif etkisinin olacağıdır. Ancak kritik nokta; demokrasi tanımından çok insanı merkeze alan, onu geliştiren, kurumsal yapılar temelinde yükselen, yönetişim temelli bir anlayışın egemen olmasıdır. Hibrit, arada kalmış bir yönetim modelinin faydası değil zararı vardır.